İlk kez 24 takımın katılımıyla düzenlenen turnuva, Euro 1992'den beri grup maçlarında en az gol ortalamasına (maç başına 1.92 gol) ulaşılan Avrupa Şampiyonası oldu. Bu durumun temel nedeni katılan 24 takımın 16'sının sonraki aşamalara geçeceği yeni eleminasyon sistemi. Herkesin en kötü senaryoda bile en iyi 3. kontenjanından yoluna devam etme hesaplarına düştüğü turnuvada, yenildiğiniz maçta yediğiniz gol sayısının bile önem kazandığı bir ortam oluştu. Haliyle takımlar evine dönen ilk 8 arasında yer almamak için kontrollü oyunu tercih etmek durumunda kaldı. Aynı nedenden dolayı ilk maçlarda bolca duran top golü izledik.
2016 yılı futbol dünyası açısından oldukça sürprizli geçti diyebiliriz. Leicester'ın mucize şampiyonluğunun ardından Euro 2016 da beklentinin üzerinde performans sergileyen takımların varlığıyla renklendi. Örneğin Macaristan ilk 3 maçında 6 gol atarak (gruplarda en çok gol bulan iki takımdan biri) grubundan ilk sırada çıkmayı başardı. Her ne kadar üst turda hücum gücü yüksek Belçika'dan 4 yiyerek turnuvaya veda etseler de, kalecileri Kiraly'nin eşofmanları dışında izleyicilere hatırlanacak bir şeyler sunabildiler. Turnuvanın bir diğer küçük çaplı sürprizi Kuzey İrlanda oldu. Toplam piyasa değeri yalnızca 38 milyon Euro olan Birleşik Krallığa bağlı bu küçük ülke, ilk kez katıldığı Avrupa Şampiyonası'nda üst tura çıkmasını bildi. Ancak bir diğer Birleşik Krallık ülkesi Galler'e boyun eğmekten kurtulamadı.
Galler demişken... Onlar daha büyük çapta bir sürpriz gerçekleştirerek bana göre turnuvaya damga vurdular. 3'lü savunma kurgusu, Ramsey'in akıl dolu pasları ve Bale'in her açıdan tehlikeli oyunuyla yarı finale kadar yükselmeyi başararak bir çok futbol severi şaşırttılar. Özellikle İngiltere'nin bulunduğu gruptan birinci çıkmaları, ülke halkı tarafından, bir gurur meselesi olarak yıllar boyunca hatırlanacaktır. Bense Robson-Kanu'nun Belçika'ya attığı golü uzun bir süre keyifle hatırlayacağım.
İzlanda ise benim açımdan turnuvanın en çok iz bırakan takımıydı. İlk maçlar sonrasındaki yazımda da bahsettiğim gibi yürekli futbollarıyla tüm futbol severlerin saygısını hakkettiler. Her top için verdikleri mücadele, ortaya koydukları takım oyunu ve taraftarlarıyla bütünleşmeleriyle kuzeyin gücünü tüm kıtada hissettirdiler. Game of Thrones'da Starkları nasıl sevdiysek bu turnuvada İzlandalıları da öyle sevdik esasında. Can-ı gönülden de destekledim.
Turnuvanın hayal kırıklıklarına gelecek olursak, ilk sıra için Milli Takımımız ve İngiltere yarışır. Gruptaki ilk iki maçını berbat geçiren Milliler, 3. maçta biraz olsun umut verse de bu kez mucize gerçekleşmeyince erkenden yurda döndü. İngiltere ise kadrosunun hakkını veremeyerek vatandaşlarını hüzne boğdu. Bu başarısızlığın baş sorumlusu Roy Hodsun'dan vakit kaybetmeden kurtulmaları tek cılız tesellileri olmalı. Euro 2012 şampiyonu İspanya'nın ise geçen dünya kupasında başlayan önlenemez düşüşü bu turnuvada da sürdü. İtalya'nın geçit vermez savunması önünde yitip gittiler. İsviçre ve Hırvatistan ise eşleşme şanslarını değerlendiremeyerek turnuvayı daha üst sıralarda bitirme şansını tepen ekipler oldu. Her iki takım da 2. tur maçlarını kazanabilse, final yolunda dişlerine göre rakiplerle karşılaşacakları bir konumdaydı. Belçika'da da altın jenerasyonun devri gelip geçerken, bir turnuvada daha beklentiler boşa çıktı.
Beni olumsuz anlamda fazlasıyla şaşırtan takımlardan biri de Ukrayna oldu. İlk maçta Almanya'ya meydan okumaya çalışmışlar, bence iyi futbol oynamışlardı. En büyük eksikliklerinin bitiricilik olduğunu söylemiştim ve nitekim gol dahi atamadan, henüz grup aşamasında turnuvaya veda ettiler.
Olumlu anlamda şaşırdığım takımlardan biri ise İtalya'ydı. Turnuva öncesinde, adının büyüklüğünün yanında oldukça gösterişsiz kabul ettiğim kadrosuyla erkenden başarısız ilan ettiğim İtalya, ilk maçtan itibaren özellikle güçlü takımlara karşı çok dişli bir rakip olacağını gösterdi. Conte'nin savunma futbolu İrlanda'ya çözüm üretemez, İsveç'i zorla yenebilirken; Belçika, İspanya ve hatta Almanya karşısında beklentimin üzerinde başarılı oldu. Almanya'ya penaltı atışlarıyla dramatik bir şekilde elenseler de, ben dahil bir çok kişi tarafından alkışlandılar.
Dünya Şampiyonu Almanya, son 6 büyük turnuvada olduğu gibi yine yarı final gördü. Löw'ün öğrencileri 2014 Dünya Kupası'nda ev sahibi Brezilya'yı 7-1'le rezil ederek final oynadıkları maçın bir benzerini Fransa'da gerçekleştiremediler ve 2-0'lık skorla ev sahibine yenildiler. Zaten en başından beri Dünya Kupası'ndakinden uzak bir görüntü sergilemişlerdi. Löw'ün bir türlü ideal 11'ini bulamaması ve takımın alışılan Almanya sisteminin işlerliğini sağlayamamasının üzerine, Müller'in başarısız turnuva performansı da eklenince kupa şanslarını yitirdiler. Bitiricilik problemleri istatistiklerde de kendini açıkça gösteriyor zaten. Panzerler %90 ile pas yapmalarına, topa en çok sahip olan, açık ara en çok pas yapan ve 108 gol girişimiyle turnuvanın en iştahlı takımlarından olmalarına rağmen, 6 maçta buldukları 7 golle, maç başına yalnızca 1.17 gol ortalaması tutturabilmişler. Hatta bu alanda maç başına 1.6 gol bulan İzlanda ve 1.5 gol atan Macaristan'ın bile arkasındalar. Müller ise son baktığımda 39 kez ceza alanında topla buluşmasına rağmen skor üretememişti. Özetle finali de kupayı da hak etmedikleri aşikar. Löw'ün bu turnuvadan çokça ders çıkarması gerekecek. Bir de hijyen meselesine biraz daha önem verirse seviniriz. (Midesi kaldıranlar için Löw'ün iğrençlikleri)
Finali hak etmekten bahsetmişken lafı Portekiz'e getirmenin vakti geldi. Finale yalnızca 2 galibiyet alarak gelmeyi başaran Portekiz, Euro 2004 finalindeki rakibi Yunanistan'ı akla getiriyor. Yunanlılar bunu başarılı savunma futboluyla başarmışken, Portekiz'in aslında toplamda 112, maç başına 18.67 gol girişimi ile turnuvanın en hücumu düşünen takımları arasında olmasıysa ilginç. Ancak bu girişimlerin çoğunun doğru organizasyonla değil, kişisel çabayla yaratılmaya çalışıldığını da eklemeliyim. Ki zaten bu nedenle istatistiklere yansıyan hücum futboluna rağmen Portekiz hanesine yazılmış çok sayıda gol ya da başarılı sonuç göremiyoruz. Ronaldo'nun 3 gol ve 3 asistle, Portekiz'in attığı 8 golün 6'sında pay sahibi olması aslında hücum stratejileri hakkında çok şey anlatıyor. Kura şansını sonuna kadar değerlendiren Ronaldo ve arkadaşları, finale kadar büyük takımlardan kaçınmayı başarsalar da kupayı kazanabilmek için güçlü Fransa'yı devirmek zorundalar. Her şekilde turnuvanın şanslısı olarak hatırlanmaya mahkumlar.
Madem konuyu finale kadar getirdik o zaman Fransa'yla yazımı noktalayayım. İlk maçta Romanya karşısındaki futbolları çoğu izleyeni tatmin etmese de bu performansın Romanya'nın katı savunmasından kaynaklı olduğunu söylemiştim. Nitekim sonraki maçlarda ne kadar akışkan bir hücum futbolu oynayabildiklerini defalarca gösterdiler. 6 maçta 13 gol ile maç başına 2.17 gol ortalaması tutturarak turnuvanın en golcü takımı oldular. Özellikle orta sahalarındaki fiziksel üstünlükleri ile fark yaratan Fransa, ilerde Griezmann, Payet ve Giroud'un etkili performanslarıyla sonuca gitti. Finalin favorisi olan Fransızlar, evlerinde düzenlenen her iki Avrupa Şampiyonasını da (önceki Euro 1984) kazanma başarısı gösteren ilk takım olmaya oldukça yakın. Ne diyelim, keyifli ve bol gollü, mücadele dolu bir maç olması dileğiyle.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder